GuidePedia

0

SON İMPARATOR SON EVLİYA SON SULTAN MEHDİ(AS)


HAKÎM et-TİRMİZÎ -Kuddise Sırruh- HAZRETLERİ’NİN
“HATMÜ’L-EVLİY” KİTABI’NI YAZDIĞI DOKUZUNCU ASIRDAN GÜNÜMÜZE KADAR GELEN VELİLERİN,
“HÂTEMÜ’L-EVLİY” HAKKINDAKİ BEYAN ve İFŞAATLARI

Evliyâullah’ın ifşaatlarını incelediğiniz zaman gerçeği öğrenmiş olursunuz.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerinde:

“Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir.” (et-Terğîb, c.1, s.103)

Buyurarak tarif ettiği gizlenmiş mücevher ilimlerinden size açılıyor. Zira ilimlerin hepsi bir değildir, ayrı ayrıdır. Zâhirî ilimler birçok dallara ayrılır, Marifetullah ilmi’nin de birçok çeşitleri vardır.

Evliyâullah’ın dereceleri de bir değildir.

Erzurum’lu İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri “Dördüncü”, “Beşinci” ve “Altıncı” makamlardan bahsetmiş ve fakat “Yedinci” makamdan hiç bahsetmemiştir.

Bu “Yedinci makam”dan murad, Allah-u Teâlâ dilediğine dilediğini lütfetmiştir. O makamda bâtınî saltanat vardır.

Bu ilim doğrudan doğruya nübüvvet kandilinden alınan bir ilimdir. Evliyâullah’ın ilmi ve marifeti dahi buraya yetmez.

Nitekim yetmeyeceğini İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “317. Mektub”unda ifade etmiş ve:

“Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun özüdür.” buyurmuştur.

Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye)

Bu yol has bir yoldur, “Sıddıkiyyet” yoludur ve nihayet “Hâtem’lik” yoludur. Bu hâtemlik “Hâtemü’l-enbiyâ” ile “Hâtemü’l-evliyâ”ya verilmiştir.

Her bir velinin ayrı ifşaatı mevcuttur. Birine verdiğini diğerine vermemiş, birine gösterdiğini diğerine göstermemiş. İki beyan birbirinden farklı. Her birisi bir noktaya temas etmiş.

Onu Levh-i mahfuz’da görmüş, Ümmü’l-kitab’ı okumuş, tâ asırlar sonra geleceğini bilmiş ve yazmış. Onlar Levh-i mahfuz’da gördü, sen yazıda göreceksin.


Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, “Kitâbu’r-Riyâze” isimli eserinde; Allah-u Teâlâ’nın bu kulunu nasıl bir himaye ile koruduğunu, ondaki şehvânî hareketleri nasıl yokettiğini ve onda zuhur eden bu aklın “Ulü’l-elbab”dan başka bir şey olmadığını çok açık bir biçimde beyân ederek şöyle buyurmuştur:

“Allah ile düşündüğünü, Allah ile konuştuğunu, Allah ile işittiğini, Allah ile baktığını ve Allah ile yürüdüğünü tasavvur dahi edemediğimiz bir kulun; dünya diyârındaki meşguliyeti, eserleri ve hareketleri acabâ nasıl olur!

O’nunla konuşan dedi ki: Bu nasıl olur?

Buyurdu ki: Allah’ın kendisinde gizlendiği bu kul; O’nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir. Nitekim O, onun içindeki şehvetleri öldürüp, onu bizzat kendi ortaya koyduğu şeylerin içinde bulundurur. Onu kendi Nur’u ile açıp, zorlukları kendisine kolaylaştırır. Onda Ulü’l-elbâb’ı meydana getirerek; sebepler, ilâhî himmet ve idrak hususunda da kendisine istimdat eder. O da konuşurken hikmetle konuşup, tefekkürle açıklar. Bakarken ibretle bakar. Yürürken heybetle yürür. Tutarken kuvvetle tutar. O onun kalbini lüzumsuz düşüncelerden meneder, ilâhî tedbir ile ilgili işlerde de ondan selbeder. İşte bunların hepsi, hakikatıyla Kitap’ta ve haberde mevcuttur.” (“Kitâbu’r-Riyâze ve Edebü’n-Nefs”, Es’ad Efendi, no: 1312, 10b-11a yaprağı)

Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz.

Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur. İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.” (Muhyiddin-i İbn’ül Arabî, Hatmü’l-velâye, 18. bab, 168 sayfa)

“... Dünyanın zeval vakti gelince Allah bir veli gönderir. Bu veliyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, buna hâtem’ül-velâye de denmiştir. Bu, kıyamet gününe kadar Allah’ın, diğer velilere hücceti olur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in nübüvvet sıdkı bulunduğu gibi, bunun velâyet sıdkı vardır. Ona şeytan musallat olamaz, nefis onu velâyetten alıp zevkine düşüremez.” (Hatmü’l-evliyâ)

“Onun makâmı Melik’in mülkünde, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in makâmına en yakın makâmdır. Onun payı ise ferdiyyet yani tekliktir.” (Hatmü’l-evliyâ)

“Bu veli zikirde evvel, meşiyette evvel, makadirde evvel, Levh-i mahfuzda evvel, misakta evvel, mahşerde evvel, hesapta evvel, şefaatta evvel, civarda evvel, cennete girmede evvel, ziyarette evveldir. Nasıl ki Muhammed Aleyhisselâm her yerde peygamberlerin evveli ise, bu da velilerin evvelidir.” (Hatmü’l-evliyâ)


Hallâc-ı Mansur -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Allah kullarından bir kulu en büyük dostu yapmayı dilediği vakit; ona zikir kapısını açar, yakınlık kapısını ona aralar, onu Tevhid kürsüsünün üzerinde oturtur, sonra da ondan perdeyi kaldırarak, müşâhade yolu ile ona ‘ferdâniyyet’ i gösterir.

O ‘Ferdâniyyet’; yani ‘Teklik’ evine girer, O’nun kibriyâ ve cemâlini keşfeder... Fâni olan (bu) kul, o an Hakk ile bâkî olur. Sübhan olan Allah’ın himâyesinde o, nefsin dâvâlarından uzak olur.” (Kitâbü’t-Temhîdât)


İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bu mükâşefe ilmi sıddıkların ve mukarreblerin (Allah’a yakın olanların) ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nura döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir.

O nurlu halden bir çok hususlar inkişâf eder, bu sayede bir çok şeyleri görür.

Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder. Fakat kalbi nur hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, kendisine geniş ufuklar açılır.

Hatta Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı ulûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur.

Aynı zamanda nübüvvetin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözünün mânâsını da bihakkın bilir.

Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar.

Yer ve gök âlemlerinin sırrına vâkıf olur.

Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür.

Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.

Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mizanın ve hesap gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir.

‘Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen nefsine yetersin!’ (İsrâ:14)

Ve:

‘Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi!’ (Ankebût: 64)

Âyet-i kerime’lerinin mânâsını hakkıyla anlar.

Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O’na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar.

En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saâdetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın mânâsını da idrâk etmiş olur.”

(İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1. Kitab, 2. Bâb. “Ahiret İlimlerinin Kısımları” mevzusundan naklen)


Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Ali -kerremallâhu veche-nin kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü o kimseler, daha önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından da özlenmişlerdir.

Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hususla ilgili olan Hadis’inde:

‘Kardeşlerimle buluşmaya öyle hasretim ki... Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim! Onlar sizden sonra gelecek bir topluluktur.’ buyurmuştur.

Bundan sonra da o, kardeşleri olarak zikrettiği kimselerin vasıflarını anlatmaya başlamıştır.

Onların ‘Kardeşler’ diye tavsif edilmelerinin sebebi, kalplerinin peygamberlerin kalpleri üzere, ahlâklarının da imânın esaslarına dayanıyor olmasıdır.”

“Âhiret âlimlerinden olan bir zâtın aklı, kalbinden gelen ilâhî nurlarla aydınlanır. Anlayışı, ilim ve müşâhadesinin istidlâlinden bilgilenir. Ahlâkı, sahip olduğu yakînî imânın sıfatlarıyla şekillenir. Gücü, yolu ve sülûku da, O’nun yolu ve sünneti üzeredir. İşte böylece de onun kardeşlerinden olmuştur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in görmeyi özlediği kimseler, aynı zamanda peygamberlerin de kardeşleridir.

İşte onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in de bir Hadis’inde buyurduğu gibi; halk içindeki gariplerdir.

O şöyle buyurmuştur:

‘İslâm garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak son bulacaktır. Ne mutlu gariplere!’

Denildi ki; ‘Onlar kimlerdir?’

Buyurdu ki:

‘Onlar o kimselerdir ki, insanların bozduğunu ıslâh ederler.’

Bu Hadis’in başka bir lâfzında ise şu ifade yeralır:

‘Onlar o kimselerdir ki, insanlar tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler; öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.’

Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in insanlar tarafından bilinmeyen ve terkedilmiş olan yolunu tekrar ortaya çıkaracaklardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- başka bir rivâyette şöyle buyurmuştur:

‘Onlar benim sünnetime ve bugün sizin üzerinde bulunduğunuz yola sımsıkı sarılırlar.’

Bir diğer rivâyette ise şu ifâde geçmektedir:

‘Garipler, sayıları pek az olan sâlih kimselerdir. Sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğzeden ise çoktur. İşte onlar Allah-u Teâlâ’nın kendilerine nimette bulunarak, İlliyyûn’un en üst mertebesinde peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir.’

Onlar, Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere arkadaş olacaklardır.” (Kûtu’l-kulûb, c. 2, s. 50-51)


Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Havass tevhidinin ikinci mertebesi ise şudur: Bu mertebede olan seçkin kul, Allah’ın önünde ferdiyetsiz bir varlık, bir hayaldir. Allah ile kendisi arasında ikinci birşey yoktur. Onun üzerinde Allah’ın tedbir tasarrufları, Allah’ın kudretinin hükümlerine göre cereyan eder (Allah onu istediği gibi idare eder). O, tevhid denizlerinin derinliklerine batmış, yok olmuştur. Ne nefsinden haber vardır, ne Hakk’ın davetinden, ne de ona uymaktan. Allah’a yaklaşmanın hakikatinde O’nun gerçek vahdaniyyetine ermiş, hissi, hareketleri gitmiştir. Allah ondan ne isterse onu onda yapar. Bundaki ilim şudur (yani bunun ilmi izahı şudur): kulun sonu evveline (ilk varlığına) döner. Olmazdan (dünyaya gelmezden) önceki hayatına döner, öyle olur. Bunun delili de Allah Zülcelâl’in şu sözüdür:

“Hani Rabb’in Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarıp almıştı ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet Rabb’imizsin, buna şâhidiz.’ dediler.” (A’râf: 172)

Bu zamanda var olan kimdir? Var olmazdan önce nasıl var olabilir? saf, hoş ve mukaddes ruhlardan başkası mı cevap verdi Allah’ın sorusuna? Bunlar, Allah’a, yine Allah’ın nüfuzlu kudreti, ve kâmil iradesiyle cevap vermiş değiller miydi? İşte şimdi de o olmazdan önceki varlıkları gibi oldu. İşte bu, Vahid’i tevhid eden muvahhidin tevhidinin son mertebesidir. Onun kendi ferdiyyeti gider.” (Resâilü’l-Cüneyd)


Ammar-ı Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Hakîm (et-Tirmizî); ‘Öyle velî vardır ki, ilk mülkte ikâmet eder ve bu mülkün ismi kendisine verilir. Öyle velî de vardır ki; ikinci, üçüncü ve dördüncü mülke kadar ulaşarak, ilâhî isimlerden her mülkün ismi kendisine tahsis edilir.’ buyurmuştur. Bundan sonra o; ‘Vahdâniyyet’ ve ‘Samedâniyyet’ mülkü’ne vâsıl olur. İşte ‘Allah’ın velîsi’nin kalbi budur. Veliler için bundan öteye geçme ve seyretme yoktur, zirâ o Hâtemü’l-evliyâ’dır.” (Behcetu’t-Tâife Billâhi’l-Ârife, Berlin, no: 2842, 46a yaprağı)


Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü’l-Mekkiyye"nin 73. Bâb’ ında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hem cismânî hem de rûhânî Ehl-i beyt’ine mensup olan zâta işâret ederek şöyle buyurmuştur:

"Hatm, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yalnız hissî sülâlesinden değil; onun -sallallahu aleyhi ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır." (Fütûhâtü’l-Mekkiyye; c.3, s.89, bas.: Beyrut, 1994)

Muhyiddin-i İbnü’l Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“El-Hatm... Ki o tektir. O, âlemde bir (kişi) dir. Allah, velâyeti onunla hatm eylemiş, mühürlemiştir. Evliyâ arasında ondan büyüğü yoktur.” (Fütûhat-ı Mekkiyye)

“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur.” (Fusûs’ül-Hikem)

“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.” (Fusûs’ül-Hikem)

“Bu ilim, ilm-i billâh’ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.” (Fusûs’ül-Hikem)

“Allah-u Teâlâ bu hâtem-i velâyeti ne bize, ne bizden evvelkilere nasib etmeyip, bu makâmı bizden saklamıştır.” (Fusûs’ül-Hikem)


Abdürrezzak-ı Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bütün Resuller bu ilmi eğer Hâtemü’r-Rüsul olan zâttan elde ediyorlarsa, Hâtemü’l-evliyâ olmak hasebiyle bu zât dahi onu kendi Sırr’ının mişkâtından almaktadır. Öyle ki bütün Resuller ile bütün veliler nûrlarını en sonunda Hâtem’ül-evliya’dan almış olurlar.”

“Hâtemü’l-evliyâ’nın velâyetine ‘Velâyet-i şemsiyye’ (güneş velâyeti), diğer velîlerinkine ise ‘Velâyet-i kameriyye’ (ay velâyeti) denilmektedir.” (Şerhü’l-Kâşânî alâ Fusûsu’l-Hikem, s. 34, 36)


Allâme Abdülganî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve iman velâyeti hususunda evliyânın hatmi olan insanın ruhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vasıtasız olarak, bir olan Cenâb-ı Allah-u Teâlâ’dan gelir.” (Cevâhirü’n-Nusûs)

“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.” (Cevâhirü’n-Nusûs)

“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliyâ da velî iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.” (Cevâhirü’n-Nusûs)


Hasan Sezâî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“İmkân-ı nakde vâcip urup nâmın ibtidâ,

Ağâzı râyiç eyledi encâmın ibtidâ,

Reftârına çıksa bir kimse sa’y ile

Hatmü’l-merâtib oldu, çû pür-kâmın ibtidâ.”

“Onun yerini bir vekilin alması gerekince,

Sondaki baştakinin üstünlüğüne kavuşur.

Sülûkuna çıksa bir kimse sür’atle,

Onun zevkiyle dolduğu gibi, mertebelerin de Hatm’i olur.”

(Sezâyi-i Gülşenî Divanı; s. 31, trc. Ş.r Çelikoğlu)


Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil’at-pûş

Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz.” (Fusûs’ül-Hikem Şerhi, sh: 215)

“Mustafa: ‘Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.’ dedi.

Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu görmüş sayılır.

Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiç bir fark yoktur.

İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör.” (1950. beyit, c. 1, s. 380)


Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Onun tevazusu, bütün peygamberlerden fazla olduğundan, yerinde olarak ona Hâtemü’l-evliyâ denilir.

Çünkü bir üstad, sanatında ilerlediği ve o sanatı herkesten iyi bildiği zaman: ‘O sanat, onda sona ermiştir.’ derler. Yani, o sanatı onun bildiği kadar kimse bilemez. Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına vâris olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedirler.

Bu yüzden Musa Aleyhisselâm:

‘Keşke ben Muhammed’in ümmetinden olsaydım!’ buyurmuştur.

Onun bu temenniden maksadı, lâlettayin bir ümmet değil, Muhammed’in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmel öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul, bir talebe olmaktı.” (Maârif. s. 143, 257)


Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-rüsul’ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtem’ür-Rüsul’e onu aksettirdiği yerde, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtem’ür-Rüsul ile denkleşir.” (Kitâbü’l-Fukûk fî Müste-nedâti Hikemü’l-Fusûs)


Fahreddin Irâkî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Âşığın gönlü taayyünden münezzehtir, izzetin kubbesi altında gayb ve şehâdet deryâlarının kavşağıdır. Himmeti çok yüksektir. Deryâyı kadehle bin kere içecek olsa, bir daha içmek ister. Son derece genişliğinden dolayı bütün âleme sığmaz, bilâkis bütün âlem ona karşı görünmez olur. ‘Ferdâniyyet’in, ‘Vahdâniyyet’in alanında hâkimiyetin otağını kurar. Bütün âlemin işlerini orada görür, açmayı, bağlamayı meydana koyar. Kabz ve bast’ı, telvin ve temkin’i aşikâr eyler.” (Lemeât; s. 72, On dokuzuncu Lem’a’dan naklen)


Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Kim ki bu hâle ererse, artık Azîz ve Celîl olan Allah’ın kapısından onu hiç bir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez. Askeri mağlup edilemez. Hakk’ı haykıran sesi susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez. İhlâs adımları yürümekle yorulmaz. Hiç bir iş ona güç gelmez. Hiç bir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz. Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır. O Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.

Rabb’inin huzuruna vardığı an, O da ona lutfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür.

Hakk Teâlâ’nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük insan halk arasına yine katılır. Sebebi; onlara hidayet yolunu göstermesi ve mülk sahibi kılmasıdır. Çünkü o kul, sonsuz mânevî bir mülke sahiptir. Ulaşmış olduğu mertebelerin bereketiyle diğer insanlara feyz saçar, rehberlik ve hidayet öncülüğü eder.

O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir. Artık işi halkla uğraşmaktır. Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirden ayırt eder. Onları Azîz ve Celîl olan Allah’ın katına götürmek için bir elçi bir kılavuz olur.

Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir. Bütün halk onun kalbinin ayakları altında durur ve onun gölgesinde gölgelenir. Bu hâlleri işitip heyecana kapılma.” (Fethu’r-Rabbânî, 60. Meclis)


İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“... Aynel-yakin ve Hakkal-yakin babında ne diyebilirim ki? Onu söylesem bile, kim anlar ve kim idrak eder? Zira bu türlü marifetler, velâyet kapsamı dışındadır. Zira velâyet erbâbı, bunları idrakten aciz durumdadırlar; tıpkı zâhir ulemâsı gibi... Onu kavramaktan yana kusurludurlar.

Bu ilimler, nübüvvet nurlarının kandilinden alınmıştır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet, İkinci binin yenilenmesi ile buna tazelik ve canlılık hâsıl olmuştur; bütün güzelliği ile, zuhura gelmiştir.

Bu ilimlerin ve marifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir. Bilhassa, zâta, sıfata ve ef’ale dair ilim ve marifetinde...

O ilim ve marifet; haller, vecidler, tecelliyat ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür.

Hidayet eden Sübhan Allah’tır.

Bilesin ki,

Her yüz sene başında bir müceddid gelip geçti. Ne var ki, yüz senelerin başında gelen müceddid ile, bin senenin başında gelen müceddid bir değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da fazla...

Müceddid o zâttır ki: O müddet içinde ümmete her ne gibi feyz varidatı gelirse onun vasıtası ile gelir. İsterse o vaktin kutupları, evtadı, ebdali ve nücebası bulunsun.

Bir şiir:

“Allah’a ne zorluğu olur;

Âlemi bir şahsa doldurur.”

Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa’yı bırakmayanlara. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar... Keza, enbiya ve resullerden, mukarreb meleklerden ve salih kullardan kardeşlerinin hemen hepsine.” (317. Mektup)

“Nice uzun asırlar ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.” (260. Mektup)

“Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşat nurları bütün âleme yayılır.” (260. Mektup)

“Onun hidayetinin ve irşadının nûru, güneş ışıkları gibi, o istese de istemese de herkese gelmektedir.” (260. Mektup)

“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.” (261. Mektup)


Azîz Mahmud Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Enbiyâ hod (gayet) sâlih ve pak tâhirlerdir. Ya neden, ‘Zümre-i sülehâdan eyle!’ diye duâ ettiğine sebeb nedir?

Yani nübüvvet, vilâyet mertebesinin kemâline eriştir ki, kemâl-i salâh istislâm ve inkıyaddan (kurtuluşun kemâli teslimiyetten ve boyun eğmekten) ibâret oldu. Mertebe-i nübüvvet (peygamberlik mertebesi), ne ki merâtib (mertebeler) üzeredir.

Allah Sübhânehû ve Teâlâ:

‘İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık.’ diye buyurur. (Bakara: 253)

Ve evliyânın dahi hâli budur. Onun dahi kemâli var. Nitekîm tekmîl-i nübüvvet (peygamberlik kemâlâtı) Habîbullah -sallallahu aleyhi ve sellem-de Hatm olduğu gibi, ehl-i ihtisastan (tahsis edilmeye ehil) olan tekmîl-i merâtib edenlerdir. (mertebeleri sona erdirenlerdir.)” (Nasâyıh ve Mevâiz, s. 150-151, trc: S. Arpaguş)


Saîdüddin-i Fergânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Nübüvvet, dışta nebilerin noktasından oluşan bir alan meydana getirerek, bu Muhammedî nokta ile kemâle erdiği gibi; velâyet de velilerin noktasından oluşan bir alan meydana getirip, velâyetin Hâtem noktası ile kemâl bulur.

Hâtemü’l-evliyâ, gerçekte Hâtemü’l-enbiyâ’dan başkası değildir.”

“Nebi ile veli arasındaki fark, işte bu mevzu ile ortaya çıkar. Veli ancak nebîye tâbidir. ‘Veli nebiden üstündür.’ sözü mutlak anlamda değil, kayıtlı mânâda sahihtir.” (el-Mukaddimâtü’l-Fergânî, s. 13-14)


Dâvud-ı Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Nasıl ki nübüvvet, hariçte peygamberlerden müteşekkil bir dâire meydana getiriyor ve bu dâire Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ile tamamlanıyorsa, velâyet de hâriçte velilerden meydana gelen bir daire teşekkül eder ve bu daire, Son veli ile tamamlanır.” (Mukaddimetü Şerhü’l-Fusûs)


Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları da on ikidir. Müfred (makâmında tek) olanlar çoktur, zaman boyunca devam ederler. İki Hatm de onlardandır.

Kutuplar içinde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kalbi üzre olan yoktur. Hatm de bunlar içindedir, yani Hâtemü’l-evliyâ-i has da bunlara dahildir.” (Faslu’l-Hitab Tercümesi; s. 584, trc: A. Hüsrevoğlu)




Abdülkerim el-Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Hitam makamı kurbet makamının nihayeti için bir isimdir. Kurbet makamının ise nihayeti yoktur. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın nihayeti yoktur. Lâkin Hitam ismi, Kurbet makamlarının tümüne bir özettir.

Sözlerin özü;

Bir kimsenin ahâsılı (eriştiği gaye) Kurbet makamı olursa, o evliyânın hatmi olur; Hitam makamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vekilidir.” (el-İnsanü’l-Kâmil fî Ma’rifeti’l-Evâhir ve’l-Evâil; c. 2, s. 478-479, çeviren: R. Göknar)


Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Mâşûk makamı Resulullah Hazretleri’nin Ruh-ı şerif’lerinin makamıdır. Çünkü yaratılmış olan onsekiz bin âlem, Ruh-ı Muhammedi’nin nuru aşkına var edilmiştir. Hatta Hakk Teâlâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî’de:

“Yâ Muhammed sen olmasaydın bu cihanı aslâ yaratmazdım.” buyurmuştur.

Bundan anlaşılıyor ki: Bütün kâinat, Ruh-ı Muhammedî’nin aşkına yaratılmıştır. Bu on sekiz bin âlem ve Ruh-ı Muhammedî, Hakk Teâlâ’nın mukaddes (ve münezzeh) zâtına mâşuk düşmüştür. Ruhlar topluluğundan enbiyâ ve evliyânın ruhu da Ruh-ı Muhammedî’nin nurundan var olmuştur. O ruhu görmeleri (onlarca) arz olunduğunda Hakk Teâlâ Mirac gecesi müyesser kıldı ve arzuları yerine geldi.

Yine Ruh-ı Muhammedi’nin “Mâşuk makamı” olduğuna bir başka delil de Resulullah Hazretlerine varid olan (gelen) şu Hadis-i kudsî’dir:

“Yâ Muhammed! Ben, eşyayı senin için, seni de benim için yarattım.”

Bundan da anlaşılıyor ki: Mâşuk makamı Ruh-ı Muhammedî makamından başka bir şey değildir.

Yine, Velâyet derecesinde Mâşuk makamı olan bu makama “Âlem kutbu”ndan başkası ayak basamaz. Mümkün dahi değildir.

İşte, mâşuk makamı bu makamdır.” (Makâmât-ı Evliyâ, 10. Bab.)


Ali Havâss -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bu ümmette iki hâtem vardır ki, bunlar kâffe-i rütbe ve makâm-ı cami’dirler (bütün rütbe ve makamları üzerlerinde bulundurmaktadırlar) ve her bir makâmata (makamlara) vâristirler. Bunlar ehâdiyet cemiyeti (çoklukta birlik) ile ve gerekse vâhidiyette (vahdette) müstağrak kalmışlardır (gark olmuşlardır). Bunların imdat ve istimdatları (yardımları) ehâdi (tek) olsun, vâhidî (bir) olsun, avâlim-i mutlaka ve mukayyedeyi (mutlak ve kayıtlı âlemleri) ihata eder. Hatta ne kadar veli gelmiş ve gelecek ise bunların hepsi feyizlerini ve medetlerini bu iki zâttan almaktadırlar.

Bunlardan biri Hâtemü’l-enbiyâ, diğeri de Hâtemü’l-evliyâ’dır.” (Kitâbü’l-Cevâhir ved-Dürer’den naklen)


Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Veliliğin tam zuhuru da Velilerin sonuncusu ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak. Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz. Onun Peygamberlerin sonuncusuyla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah’ın halifesi odur.” (Gülşen-i Râz)


Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Zâtiyyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran Hâtem’ül-evliyâ’nın rûhu, bunu kendi nefsinden akletmedi; rûhundan bütün rûhlara yaptığı bu istimdâdı, cesedinin unsurlarla olan terkibi zamanından bilmedi. O bunu, hakikat ve rütbesi yönünden bildi.”

“Bu Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-Rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in mertebe güzelliklerinden bir güzelliktir.” (Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bâlî)


Abdullah-ı Bosnavî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki::

“Bu ilim asâleten Hâtemü’r-Rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in ve onun vârisi olan Hâtemü’l-evliya’nın mişkâtından (kandilinden) verilmedikçe hâsıl olmaz.” (Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bosnevî; sh: 447)


Erzurumlu İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bu kâmilin bütün hareketleri sevap ve ibadettir. Onun temiz nefesleri kudret ve inayettir. Tatlı sözleri sırf ilim ve hikmettir, pür lezzet ve halâvettir. Mübarek yüzünü görmek huzur ve nüzhettir. Bu azizi görenlerin kalbine Allah-u Teâlâ’nın zikri ve fikri gelir, huşû ve hudû ile Cenâb-ı Hakk’a yönelir. Nasıl yönelmesin ki, bu Allah’ın velisinin mübarek yüzünü görmektedir.”

“Halkın Cenâb-ı Hakk’a yönelişi onu çok sevindirir. Halkın gafleti ve yüz çevirmeleri ise onu fazlasıyla üzer ve öfkelendirir. Allah’ı isteyenleri ve sevenleri, evlâdından daha çok sever. Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.” (Marifetname)


İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasib edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”

“Hâtem’ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir.” (Kenz-i Mahfî)

“Hatm’ül-evliyâ’ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın. Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref’ eder. (Düşmanlıkları kaldırır). Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor. Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler). Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır). Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale’l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir. Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir. Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî’i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir). Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir). Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir. Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz. Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez.” (Kitâb’ün-Netice)


İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“O’nunla konuşan dedi ki: Aşkı öğrendim. Peki aşk şarabı nedir? Aşk kâsesi ne demektir? Kim içer? Tadı nedir? Ne şekilde içilir?..

Buyurdu ki: Şarap, mahbûb’a yüklenen göz kamaştırıcı Nûr’dur. Kâse, kalpler O’na dâir kuvvet buluncaya kadar, buna vâsıl olabilme lütfudur. İçen, en büyük tahsisle velâyete erdirilen kimse ve O’nun kullarından olan birtakım sâlihlerdir. O Allah’ın takdiri ile âlim ve O’nun sevgililerinin en sâlihidir. Onun keşfi de işte bunu taşıyacak olan kimseye aittir.” (Kitâbu Letâifu’l-Minen; Cârullah, no: 1620, 28b yaprağı.)


Saînüddin Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Hâtemü’l-evliyâ, O’nun sırlarını asıldan alan, onun (Muhammed Aleyhisselâm’ın) risâlet ve nübüvvet mertebesine bizâtihî vâris olan velîdir. O’nun kuşattığı mertebeleri müşâhade eder. Târif ettiğim gibi, bunların her ikisi de has ve husûsîdir. Her ikisinin Hâtemü’l-evliyâ’lığı da başka türlü değil, ancak gizli sırlarla ve mânevî hakikatlerle, has ve husûsi bir şekilde zuhur etmiştir.”

“O (Hâtemü’l-evliyâ) Hâtemü’r-rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- in güzelliklerinden bir güzelliktir.

‘Rabb’imiz! Bize dünyâda da güzellik ver, âhirette de güzellik ver!’ (Bakara: 201)

Buyruğundaki geriye bırakılma buna hamledilir. Dünyâ hasenesi Hâtemü’n-nübüvve olduğu gibi, âhiret iyiliği ile murâd edilen de Hâtemü’l-velâye’dir.” (Şerhü’l-Fusûs li-Saînüddin et-Türkî; Hacı Mahmud Ef., no: 2226. 88b-89a yaprağı.)


Şeyh Afîfüddin Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bu ilim Hâtemü’r-Rüsul ve Hâtemü’l-evliyâ’dan başkasının değildir. Hâtemü’r-rüsul gibi, aynı şekilde onun da Hâtemü’l-evliyâ olduğu nasıl söylenebilir? Hiç şüphe yok ki ondan sonra gelen ümmetinden bir kimse için, onun Hâtemü’l-evliyâ’lık mertemesi hâsıl olur. Dolayısıyla Hâtemü’l-evliyâ da böyledir, mertebesi (onunla) bir olunca, artık o da sayılı noksansız şahıslardan birisidir.” (Şerh-i Fusûs; Şehid Ali Paşa, no: 1248, 24. yaprak)


Müeyyededdin-i Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:

“Bunları anlamak ve kavramak, işiten ve dinleyenlerin işitme ve anlama gücünün pek ötesindedir. Bir kimse, bunları ayrıntılı olarak öğrenmek ve görmek istiyorsa, Hâtemü’l-evliyâ’nın ve onun vârislerinin yoluna sâlik olsun, elini bu büyüklere teslim etsin.” (Nefhatü’r-Ruh ve Tuhfetü’l-Fütûh, s. 143)


Alâüddevle Semmânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Ümmî olan Hâtemü’l-enbiyâ hem resuldür, hem nebîdir, hem O’nun gönderdiğidir, hem de; ‘Eğer Musâ sağ olsaydı, bana uymaktan başka bir yol bulamazdı.’ (Ebû Dâvud)

Hadis-i şerif’ine göre, ulü’l-azm’in seyyididir..

Nitekim Allah, nübüvvet kapısını onunla kapatarak şöyle buyurmuştur:

‘Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o ancak Allah’ın Resul’ü ve peygamberlerin sonun-cusudur.’” (Ahzâb: 40)

“İşte bu da, meşîhat mertebesiyle elde edilemeyen, Hatmü’n-nübüvve’den ve vahyin kesilmesinden sonra, ümmî Peygamber’in hilâfetiyle irşad makâmında bulunan kutbun mertebesidir... İrşad kutbu ise her zamanda bulunmaz. O ancak bir kişidir. O’nun kalbi Mustafâ’nın kalbi üzerinde bulunur, o kâmil verâsetin sâhibidir.”

“İlâhî hâkimiyet ve velâyet tek bir şahısta toplandığı vakit, ilâhî adâlet zâhirde de, bâtında da yaygınlaşır; halkın ahvâli sûrette ve mânâda ıslâh olur. İnsanların geçim ve âhiret işi en kâmil ve en üstün şekilde intizâma kavuşur. Allah’ın, vaadettiği Mehdî’yi açığa çıkarması da artık yaklaşmış olur.” (Kitâbu’l-Urve li-Alâüddevle Semnânî; Es’ad Efendi, no.: 1583. 84b-88a yaprağı.)


Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Peygamberlerin ve velîlerin bu iki Hâtem’ine tahsis edilenin, ikisinden başkasına akıtılması sözkonusu olamaz. Bilâkis onun hâlinin ve elde edilişinin zorluğu apaçıktır.

Çünkü kanal ikidir:

Nebîlerin ve risâletin kanalı, onlarla ilgili olan her şeyin elde ettirildiği ve emânet edildiği Efdâlü’l-Kâinat Muhammed Mustafâ Aleyhisselâtü vesselâm’dır. Velâyet kanalı ise Hâtemü’l-evliyâ olan bir imamdır. O Hâtemü’r-rüsul’ün bir parçası, tâbisi ve aynı zamanda onun bâtın şeriatı husûsundaki vârisidir. Onunla ilgili olarak; ‘Kitap ile gönderilen peygamberler dahî o (ilmi) Hâtemü’l-evliyâ mişkâtından görürler.’ denilmiştir. Yâni velâyet sıfatı ile muttasıf olmayan, şuhûd ilmi kendisi için mümkün olmayıp, Ehâdiyyet makâmı’nda duramayan biri; en düşüğünden en yükseğine varıncaya kadar, onu ancak en yüce ufuktan görebilir.”

“Hâtemü’l-evliyâ’nın makâmının onların makâmına nisbeti, Hâtemü’r-Rüsul’ün makâmının diğer peygamberlere nisbeti gibidir. Zirâ Hâtemü’l-evliyâ, Peygamber Aleyhisselâm’ın velâyetini müşâhadeyi asıldan alan vâris velîdir. Çünkü o -Aleyhisselâm- ilâhî hazerâtın aynasıdır. Bunun içindir ki Hâtemü’l-evliyâ da, Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın en efdâlinin hasenâtından bir hasene olur. Dilediği herhangi bir kimseye şefaat kapısını açma yetkisi ona verilmiştir ve ilâhî isimler husûsunda da onunla öne geçmiştir.” (Kâşifü’l-Esrâr, Hacı Mahmud ef.: no. 225, 24b-27b yaprağı.)


Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtemü’l-Evliyâ ile birleşinceye dek, onu (şer’i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah, nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemü’r-rüsul’ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da Hâtemü’l-Evliyâ ile onun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır.” (en-Nâberât fî Beyânu Hatmü’l-Velâyeti’l-Muhammediyye; Düğümlü Baba, no: 283’de mahfuz. 26b yaprağı)


Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“El-Hâtem, kendisi ile peygamberliğin sona erdiği kişidir. O da peygamberimiz Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-dir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Bir de tasavvufta ‘Hâtemü’l-velâye’ vardır ki, âhir zamanda gelecek ve onunla velâyet son bulacaktır. Bu zâtla dünyanın ıslâhı mümkün olacaktır.” (Câmiu’l-Usûl. s. 333, trc: R. Serin)


Tarikât-ı Nakşibendiye meşayihından olan Şeyh Şerafeddin Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri 1876 milâdi yılında Dağıstan’da dünyaya gelmiş olup, Rus mezâlimi sebebiyle kalabalık bir toplulukla Türkiye’ye göç ederek Yalova’nın Güney köyüne yerleşmiş, 1936 yılında vefat ederek aynı yerde toprağa verilmiştir.

Pamukova’da mukim bulunan ve Hacı Fatma nine olarak bilinen çok yaşlı bir hanımın anlattığına göre Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretleri 1927’li yıllarda bir mübarek gecede yakınlarıyla toplanmışlar. “Bu gece çok ulu bir zât dünyaya teşrif etti. Biz onu göremeyiz amma kızım Fâtıma görecek.” buyurmuş ve o sabah bir kaç tane kurban kesmiş, bütün ulu ağaçların sevinç gözyaşı dökerek secdeye kapandıklarını haber vermiş.

Ve nihayet elli beş sene sonra 1982 Haziran’ında Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretleri Hacı Fatma Nine’ye bir gece mânen:

“Kızım sana bahsettiğim zât üç gün sonra ziyaretine gelecek.” buyurmuş. Nitekim üç gün sonra bu görüşme gerçekleşmiştir.


Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri vefatından yaklaşık yirmi sene sonra mânevî terbiyesine alıp, bizzat ilgileneceği Zât’ı vâsıta edinerek, Allah-u Teâlâ’ya sığınmış ve şöyle bir temennide bulunmuştu:

“İhtimal ki kusurlarımı eslâfımdan (geçmiş büyüklerimden) veyahut ahlâfımdan (gelecek neslimizden) bir Zât-ı kirâm’a bağışlar.” (“Mektûbat”; 73. Mektup)


Halil Fevzi -kuddise sırruh- bir gece de âlem-i mânâda ileriye âit hadiseleri haber vermişlerdi ve:

“Oğlum Levh-i mahfuz’da gördüm, bir gün olacak bu millete şöyle şöyle olacaksın.” buyurmuşlardı.


Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri buyururlar ki

“Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilâfet-i Muhammediyye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (Emirdağ Lâhikası, s: 259)

Yorum Gönder

 
Top